Bir zamanlar, hayal gücünün sınırlarının olmadığı bir dünya vardı. Bu dünya, “Renkli Düşler Ülkesi” olarak biliniyordu. Ülkede her şey, hayal edilen renkteydi. Gökkuşağının her rengiyle boyanmış çiçekler, mavi bulutlar ve mor dağlar… Ancak, en ilginç şey, insanların ve hayvanların renk değiştirebilmesiydi. Hangi duyguyu hissediyorlarsa, vücutları o renge bürünürdü.

Bir gün, küçük bir çocuk olan Mavi, üzgündü. Gözleri kırmızı, boynu ise griye dönmüştü. En sevdiği şey olan çiçekler, artık solmuş gibiydi. Mavi, kaybolmuş gibi hissediyordu, çünkü artık hiçbir şey ona mutluluk vermiyordu.

Bir sabah, gökyüzü morumsu bir renk aldı ve Mavi’nin karşısına altın rengi bir tavşan çıktı. Tavşan, “Mavi, seni buraya neden çağırdım biliyor musun?” dedi. “Bütün renkler senin içindedir, ama önce onu keşfetmen gerek.”

Mavi, tavşanın söylediklerini düşündü ve tavşanı takip etmeye karar verdi. İkisi birlikte, renkli ormanlardan geçtiler, masmavi denizlerin üstünden uçarak, renklerin kaybolduğu bir yere geldiler. Burada, renklerin yavaşça geri dönmeye başladığını gördü. Mavi, kalbinin derinliklerinden bir ışık huzmesi hissetti. O an, en sevdiği çiçeklerin renginin tekrar canlandığını fark etti.

Tavşan gülümsedi ve “İşte bu, Mavi. Renkler senin içindeki duygulardan gelir. Mutlu olmayı seçtiğinde, dünyan tekrar parlak olacak,” dedi.

Mavi, gözlerindeki kırmızı ışığı kaybetti ve boynu yeniden maviye dönmeye başladı. O günden sonra, her zaman içindeki renkleri dinleyerek yaşadı, çünkü biliyordu ki, hayatın en güzel renkleri, kalbinin derinliklerinden gelir.

Ve o günden sonra, hiç kimse renklerin kaybolduğuna inanmadı, çünkü herkes kendi içindeki renkleri bulmuştu.